Çok kişiye yollanmış bir elektronik posta almıştım ve şöyle diyordu; “Her fotoğraf izleyişimde şu sorularla karşılaşırım: fotoğrafta değerlendirilmesi gereken ilk öge tekniği mi, içeriği midir? Tekniği ise ne tür fotoğraflarda öne çıkar, içeriği ise ne tür? Hangi fotoğraflar önce içeriği gözleme duygusu verir? Tekniği zayıf bir fotoğraf içeriği güçlü olduğu için mi fotoğraftır, ya da tekniği çok iyi iken içeriği zayıf ise ne kadar fotoğraftır?“..

Bu satırları okuyorsa, bağışlasın adını yazmamışım arkadaşımızın. Ancak soru, belirli aşamalardan geçmiş bir kişiliğin yansıması ve doğrusu, 4+2 yıllık fotoğraf eğitiminin özeti.. Sorular ilgimi çekti ve beni yazılı düşünmeye yöneltti. Ama biliyorum böylesi konular bilgiçliğe, söz kalabalığına hiç gelmez. Birlikte düşünmeyi sürdürelim.

Fotoğraf sadece bir teknolojidir ve pek çok alanda kullanılır. Sanat yapmak isteyen de bu teknoloji-malzemeyi, tabi her malzeme gibi olanaklarının elverdiği sınırlar içinde, alır gönlünce kullanır. Sanatı genellikle “güzel” ile özdeşleştiririz. Bana göre “güzel sanatlar” denmesi doğru değil ve sadece “sanat” yetmelidir. Sanat “güzel” olmak zorunda mıdır ve güzel nedir?. Sanırım “fine-beau” sözcüğünün karşılığı olarak “güzel”i kullanıyoruz ama “ince, incelikli, nitelikli” doğrusudur. Bir şey ince, incelikli, nitelikli ise güzel de olmalı mıdır?. Anadolu’dan kopup Akademi’ye geldiğimizde kısa sürede bir deyim dilimize yerleşmişti; “korkunç”.. Çok güzel ya da çok nitelikli ise korkunç veya müthiş idi. Amaçladığımız anlatıma tam tersini çağrıştıran deyimlerle varıyorduk.

Kanıma göre bir şey iyi ise doğru ve güzeldir de.. Bu üç kavram bir bütündür; iyi, doğru, güzel. Ve, “iyi, doğru, güzel” tektir, değişmez. Bütün evren sınırlı parçacıkların belirli yasalar içinde sınırlı bileşiminden oluşuyorken farklı iyi-doğru-güzel olamaz. Değişen insanların düzeyidir ve o yüce değere yaklaşıldığı oranda algılama incelir, genişler. Galiba düşünbilim (felsefe) ve gizemcilik de (tasavvuf) ayni şeyi söylemekte.

Önce “teknik” ve “içerik” kavramlarının üzerinde mi durmalıyız..

Fotoğraf bir teknoloji olduğuna göre, tüm diğer teknolojiler gibi, malzemesinin ve araç gerecinin bilimsel verilere dayalı işleyiş biçimi ve sonuçları vardır. Işık, renk, açık-koyu, mercek dizgesi, keskinlik, görünge (perspektif), makina, elektronik, filim, duyarkat, kimyasallar, boya, kağıt, gözün algılaması ve diğerleri.. Kuramsal bilgiler öğrenildikçe (ki artık kolay ulaşılmakta, yaşasın internet) uygulama ile kullanma  ve öngörülen sonuca ulaşma becerisi elde edilir. Belirli deneylerden geçilmedikçe yaparken ve irdelerken ayrıntılara girmek, verim alabilmek rastlantılara kalır. Böylesi deneyler yeterince ve bilinçli yaşanmışsa, bakılan fotoğrafta (ve çekim öncesi, Ansel Adams’ın “öngörme” dediği bilinçli bakışta) teknik incelikler kendilerini göstermeye başlar.

Yıllar önce, doğaldır ki siyah-beyaz fotoğrafın, teknik incelikleri tüm benliğimi sarmıştı ve resimdeki renk-fırça vuruşları kadar güçlü ögeler bulmuştum. O zaman demiştim, fotoğrafla da sanat yapılabilir.. Eskilerde kaldı diyenler olacaktır ama geçerliliğini her zaman koruyacağını düşünürüm, sanat ancak zanaat incelikleri ile bütünleştiğinde değer kazanır. Günümüzün bazı kavramsal uydurmaca-kandırmacalarına pek de kapılmamak gerek.. Karşımızdaki fotoğraf ise, teknik inceliklerin bilinçli olarak kullanıldığını ve istiflendiğini yansıtmalıdır.

Baktığımız fotoğraf Robert Capa’nın “Normandiya Çıkartması” ise ne yapacağız, hangi teknik?. Teknisyen sıcaklığı denetleyemeyince (Larry Burrows, Vietnam’da ünlenen bir fotoğrafçı oldu sonra) duyarkat akmış, ortada “T” bile kalmamış.. Ama konu müthiş ve tarihin başyapıtlarından biri. Öylesine içerikler var ki, gücü karşısında tekniği de irdelemek saygısızlık olmakta.

Diğer yandan Eugene Smith’in Minamata dizisinden “Tomoko Banyoda”sı ve bütün fotoğrafları (ki bana göre en büyüktür), Sudek’in “Yumurta”sı, Caponigro’nun “Elma”sı, Ansel Adams’ın “Aydoğuşu” teknik güçleri ile de haykırır, hem de ne haykırış. (Bunlar sözgelimi andıklarım, onlarcası-yüzlercesi var geride.) Bu teknik güçleri olmasaydı içerikleri açıktır ki yetersiz kalacaktı. Bir dergide ufacık örneklerini bulmuştum, Adams’ın “Aydoğuşu”nun doğrudan ve incelikli baskıları yan yana; doğrudan baskı hemen atılacak yetersizlikte, ama sonuç baskı “korkunç”.. İşte “baskı” o.

İçeriğin irdelenmesi belki biraz daha karmaşık. İnsanı insan yapan tüm değerler devreye girmekte; içinde yetiştiğimiz ortamdan başlayarak kültür, bilgi birikimi, yaşanmış deneyler, bilinç ve belki kısaca “entel incelikler”.. Doğuştan gelen nitelikler, fiziksel-kimyasal yapıyı kapsayarak. Ne görmekteyiz ve ne aramaktayız, ipuçlarını derleyebilmekte miyiz, fotoğrafın iki boyutlu gibi görünen yüzeyinden geçip gerilere gidebilecek kapıları bulabilmekte miyiz; eğer varsa tabi.  İnsana ya da topluma ilişkin konular; beynimize ya da yüreğimize ilişkin konular; özdekçi ya da gizemci anlayış; an ya da sonsuzluk; somut ya da soyut..

Burada bir ara verip yarışma seçici kurullarında sıkça yaşanan soruna değinmeden edemeyeceğim; üyenin kişisel alışkanlık veya beğenisinden sıyrılıp genel değerlendirmeye yönelememesi hep sorun yaratmıştır.. “Ben böylesini seviyorum” demenin, yetersizliğin kanıtı olduğu bir ortamdır seçici kurullar.

Güzel, görkemli, çekici, itici, neşeli, kederli, gülünç, aptalca, eğlendirici, kendini beğenmiş, uyumlu, uyumsuz, sıkıcı, üzücü, düşündürücü, korkunç, acı verici.. Bunlar estetiğin irdelediği alt başlıklar. Gelişmiş bir estetik duyarlılık ya da içerik irdelemesi, bütün verileri bir düzen içinde algılama becerisi ve her tür acı ve hazza açık duyarlılık ile olasıdır belki. Yani zordur.. Yaşım ilerledikçe, ilk gençliğimde kitaplarda rastladığım ve amaçladığım görkemli olgunluğa varmanın zorluklarını daha da acı ile yaşamaktayım, ve bazan, çalıştırıcı şu havluyu atsa diye baktığım olmakta.. Arkasından korkarak, daha yapacaklarım var diye sızlanarak. İnsan olmanın özelliği ve yüceliği bu yolu bilinçle sürdürmekte olsa gerek.

“İnsan olmak” sadece biçimsel bir nitelik midir?. İnsan olmak, bilim-sanat-kültür alanlarında bir şeyler üretmek veya üretilenlerden pay alabilmekle olasıdır. Siyasal gelişmelere ve güncel olaylara da bu açıdan yorum getirebilirsiniz. Ya da, bu gerçeğin farkında olan ve savaşı bitirmeden girişimlere başlayan yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ü, biraz da hüzünle ve özlemle anarsınız.

Arkadaşımızın sorularına açık-seçik yanıtlar vermedim gibi görünebilir. Beraber düşünelim demiştim ve düşündük. Vardığımız sonuç sanırım şudur; tek tek herkes, ana karnından hatta öncesinden başlayarak tüm oluşumu ve dağarına biriktirdikleri ile bakar fotoğrafa (Öncesinden, yani ana-babasının ve yetiştiği ortamın birikimleri).. Ne kadar gelişmişse, dağarcığı ne kadar dolu ise o kadar kapsamlı ve derinliğine bakar. Doğaldır ki, elimizdeki teknik düzeyin ve içeriği oluşturan tüm insanlık birikiminin fotoğrafa yansıyışı ve okunuşu vardır. Ancak algılamaya çalışanın yeteneği, birikimi ve önceliği nedir?. Takılıp kaldığı aralıktan mı bakmaktadır, yoksa var olan her şeyi kavramaya çalışırcasına arayış ve yorumlara mı yönelmektedir. Ki, her ikisi de sakıncalar taşımakta; görememek ya da kaybolup gitmek gibi..

Bir zamanlar, “yasaklansın” diye yazdığım futbolda bir oyuncuyu “yumuşamış usta” diye tanımlamışlardı. İşin inceliklerine yeterince ve tüm benlikle girince yumuşamak ve gereğini yerine getirirken sorun yaratmamak olası.

Sözün sonu; ne teknikten ve ne de içerikten vazgeçerim. Ama yerine göre.. Yaşamlarımız gibi.

Sevgilerimle.
Prof. Mehmet BAYHAN